Oğuzhan TAN

Tarih: 28.12.2016 13:22

Yüreğine Su mu Döküyorsun? Yoksa Ateşe Benzin mi?

Facebook Twitter Linked-in

Yakut el-Hamevi diye meşhur bir tarihçi var. Hamalı, Bağdatlı, Anadolulu…

Rey şehrini anlatıyor kitabının bir yerinde. Şehrin hayranlık uyandıran güzelliğini, nakışlı tuğlalarla örülmüş evlerini, mavi sıvalı duvarlarını tasvir ettikten sonra bu muazzam şehrin nasıl büyük bir yıkıma maruz kaldığından bahsediyor. Yaşlı bir hikaye anlatıcısı gibi “şehrin harab olduğu zamanda benim de oradan geçmişliğim vardır” diye başlıyor sözlerine ve devam ediyor:

“617 (miladi 1220) senesinde Moğollar, Müslüman memleketleri istila ettiğinde Bağdat’ı terk etmek zorunda kaldım. Rey şehri, istila edilmediği için oraya gittim. Fakat oraya vardığımda binaların tavanlarını yerde buldum. Duvarlar yıkılmıştı. Mescitlerin sadece minberleri kalmıştı. Yıkılmayan bazı duvarlarda ise hala o nakışlar duruyordu. Aklı başında birine bütün bunların sebebini sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Aslında bütün bunlar çok basit bir sebepten oldu. Bu şehrin ahalisi üç cemaatten müteşekkil idi. En az olanı, Şafiîler idi. Daha sonra Hanefiler… Çoğunluk ise Şiîlerdi. Sünnilerle Şiilerin arasına mezhepçilik girdi. Hanefiler ile Şafiiler bir oldular. Uzun süre birbirleriyle savaştılar. Ta ki; Şiilerden bir tek kişiyi bile sağ bırakmadılar. Şiileri yok ettikten sonra, bu sefer kendi aralarına mezhepçilik girdi. Sayıca az olmalarına rağmen Şafiiler, Hanefileri mağlup etti. İşte senin gördüğün yerler, Şiiler ile Hanefilerin yerleridir. Şafiiler ise eskiden olduğu gibi şehrin küçük bir kısmında yaşamaya devam ediyorlar. Kendini gizleyenler hariç, Şiilerden ve Hanefilerden hiç kimse kalmadı.”

Aradan yaklaşık sekiz asır geçmiş. Mekânlar yine aynı. Mabetlerin tavanları yine yerde…

Hadiseler, menfaat çatışması gibi muhtelif sebeplerle patlak vermiş olabilir. Yani mezhepçilik, yanan bu ateşin sebebi değildir belki. Peki, benzini de mi değil?

Adi menfaat çatışmaları, menfaat bitince sona erer. Fakat mezhep çatışması çatışanları da yakıp kül etmeden bitmez. Bu riskin yakın gelecekte başımıza nasıl büyük belalar açabileceği yeterince fark edilmiş görünmüyor.

Ülke içindeki, çevremizdeki Caferi ve Alevi nüfusla husumet meydana getirecek sözlerden mutlak surette uzak durmak gerekir. Sorumsuzca yapılan konuşmalarla, yanan ciğerlerimize su döktüğümüzü sanırken, yanan ateşe benzin döküyor olmayalım sakın!

Şii hakkındaki hükmü bırakalım Allah versin. Sünni hakkındaki hükmü verecek olan da o olduğu gibi...

Meydandaki mezalim, zaten herkesin anlayabileceği kadar evrensel bir insanlık suçu iken tepkimizi Sünni-Şii meselesinin dışında tutmalıyız.

Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’tan şu alıntı ile tamamlayalım:

'Vazifem gereği sekiz yılı aşkın bir süredir İstanbul ve Tahran arasında gidip gelen birisiyim. Ayın yarısı orada yarısı burada gibi. İstanbul'daki evimde izlediğim televizyon kanallarında Suriye rejiminin bombaladığı okulda parçalanan çocukların görüntülerini görüyor ardından yorumcuların o sünni çocukları vahşice katledenler üzerine yaptıkları yorumları izliyorum. Bir Sünni Türk olarak lanet olsun bu vahşete diyorum. Sonra Tahran'a gidiyorum. Bu sefer orada akşam haberlerini izliyorum. El-Kaide veyahut İşid benzeri Sünnilerin (?) yakaladıkları Şiileri nasıl işkence ile öldürdüklerini izliyorum (sansürsüz). Canlı canlı kalbini sökmelerden tutunuz ateşte kızarta kızarta yakarak öldürmelere kadar. Kurbanların yalvarmaları, çığlıkları tüylerimi diken diken ediyor. Bir İran'lı ve de bir şii olarak bunları izlesem ne yapardım diye empati kurmaya çalışıyorum. Çıldırıyorum ve aynı laneti burada da haykırıyorum. Buna kalp mi dayanır, asab mı dayanır? Bu karşılıklı ekran okumalarımdan vereceğim örneklerin sayısını yüzlere çıkarabilirim. Ama dostlar durun bir dakika, ortada bir gariplik var. Ne buradaki medya o haberi ve ne oradaki medya buradaki haberi göstermiyor. Herkes kendi mezhebine karşı yapılanları gösteriyor ama kendinden olanların yaptıklarını sansürlüyor. Halklar tek taraf gösterilerek kandırılıyorlar.'


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —